Fotoğraf: Şefik kahramankaptan
Ölüm, bir hesaplaşma anı. Ama, ölen kişiden çok ondan geriye kalanlar için. Artık yapacağı her şeyi tamamlayıp kenara çekilmiş bir yaşamı artı ve eksileriyle terazide tartma zamanıdır şimdi. Bir de elde kalanlarla o yaşamın içini dolduran olaylar üzerinde düşünme süreci. Cemil Eren’i düşündükçe onunla ilgili anılar üstü üste yığılıyor. Uzun sayılabilecek bir yaşamın noktalandığı 27 Kasım 2016 Pazar akşam üzerine değin dolu dolu geçen zamana baktığımızda ülkenin tarihinde yer etmiş kimi niyetlerin üzerinde yoğunlaştığı bir kimlik görüyoruz.
O, bunları çokça dillendirmeyi sevmez. Biliyorum. Sanatsal kimliğiyle örtüşen bembeyaz saç ve sakalıyla uyumlu bir çelebi havasında sessizliğe bürünmeyi yeğlerdi. Oysa yaşadıkları, fırtınalı bir denizin ortasında çalkalanan tekneye benzer. Şimdi, yalnızca onun yaşadıkları mı böyle, denildiğini duyar gibiyim. Elbette değil. Geçmişimiz aydınlık düşünceli bilim ve sanat adamlarımızın başına gelenlerin zengin tarihiyle dolu. Galiba bu coğrafyanın yapısı böyle. Bunun adına kestirmeden kader deyip geçiliyor. Bu, ihaleyi görünmez bir gücün sırtına yükleyerek temize çıkma yöntemi. Yani, kader dediğimiz şey ülkeye egemen olanların uyguladığı politikalar karşısında savrulup yiten yaşamlardır.
Cemil Eren bu anlamda yalnızca bir örnek. Nasıl mı? Onun yalın ve dingin resimlerine bakanlar için, uzun yıllara yayılmış fırtınalı bir yaşamın ustaca gizlendiği duyumsanmaz pek. Azla yetinilmiş gibi bir duygu uyandıran görünümlerini, martılarını düşünün bir. Yokmuş gibi lekelenen doğa parçaları, gizlerini ancak derine inildikçe tadına varılan bir anlam içerir. O aynı tempoda kararlı bir şekilde seyreden eğilim kimi dönem çalışmalarında genel gidişten saparak çizgi dışına düşer. Portrelerini, kapı ve Don Kişot serisi resimlerini bu gruptan saymak gerekmez mi? İlk gruptakilere egemen olan beyazın sonrakilerde yerini başka renklere bırakması başka nasıl açıklanabilir? Son dönemlerinde daha bir belirginleşen beyaz tutkusu belki de geçmişte yaşattırılan kirliliğe inat bir yaklaşımın sonucu. Elimde tuttuğum notlara baktıkça aradan geçen onca yıla karşın bir şeylerin değişmediğini görmek acı bir şey. 1950’lerin başındaki Türkiye kendini Atlantik ötesine beğendirme ve yanaşma çabası içinde. Asya’nın öte ucundaki bir ülkeye savaşmak için yoksul çocuklarını göndererek ölüme atmanın mantığı böyle işliyor. (Hep böyle bu sistem. O zamandan bugüne değişen bir şey yok galiba.) Bizi kuşatan tehlikenin ne denli büyük olduğunu kanıtlamak istercesine ülke içinde başlatılan cadı avında sıra. Bayar-Menderes ikilisi eliyle uygulattırılan politika sonucu bir dizi tutuklamalar başlar. 9 Ocak 1953 tarihinde Gizli Komünist Partisi tutuklamaları Eren’i de bulmakta gecikmez. 3 ay tutuklu kaldıktan sonra salıverilir. Sonuç değişmez ve hiç yabancımız değil: “Kanıt yoktur.” Olsun. O ve onun gibi düşünenlere bir gözdağı verilmiştir ya gerisi boş. Önemli olan havada bir tehlike kokusu yayarak olabilecek aykırı sesler üzerinde baskı uygulayabilecek ortamı var etmektir. Bunun üzerinde uygulanabileceği en görünür kitle düşünen ve yaratan aydınlar olduğu açık. Geri kalmış ülkelerin aynı düzeydeki yöneticileri için en büyük tehlike sayılanlar ancak böyle susturulabilir. Aynı yıl içinde ilk sergisini açacaktır sanatçı. Yaşadıklarından biriktirdiği duygunun etkisi olmalı, ilk dönem resimlerinde koyu renklerin baskınlığı göze çarpar. Işık, tuvalin bir yerinde olurdu ancak. Zaman içinde giderek koyu renkler yerini beyaza bırakır, daha bir aydınlanır. Atölyesi Kızılay’daki Adil Han’ın üçüncü katındadır artık. Nasip İyem’in özendirmesiyle seramik çalışmaya başlamak bu döneme denk düşer. 1965 yılına geldiğimizde sırada bir vitray sergisi yer alır. Ardından, Anıt-Kabir’in mozaik süslemeleri ve daha başka çalışmalar girer yaşamına. Sonrasında sanatsal çalışmalarla yaşamın getirdiği iniş çıkışların kesişmelerini görüyoruz. Burada anlatılanlar o uzun maratonun ancak küçük bir bölümünü kapsıyor. Karanlıktan aydınlığa ulaşırcasına beyaza evrilen bir sanatın serüveni izlenir sanatçıda. Elbette dönem dönem ele alınan tematik yaklaşımların izlendiği sergilerle sürüp giden yıllar var sonrasında. Onlardan bir bölümünü iki yıl önce “AĞIŞ- Bir Ressamın Anıları” adını taşıyan kitapta toplamıştı. Geçerken yakaladığı insan portreleri. Canlı ve sıcak gözlemlerle dolu. Çalkantılarla, renkler ve doğa tutkusuyla geçen bir yaşamdı onunki. Soyadıyla örtüşen bir anlamı taşırcasına “eren” bir bilge görünümüyle Ankara sanat ortamının içinden usulca süzülüp gitti Cemil Eren.