Dünya kapitalizminin, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra geçirdiği üç refah on yılının ardından, 1970’lerin ortalarına gelindiğinde, ekonomik hayata ciddi bir durgunluk, petrol krizinin tetiklediği genel bir belirsizlik, sermaye çevrelerince kamu giderlerinin artmasına neden olduğundan şikâyet edilen sosyal devlet politikalarından genel bir hoşnutsuzluk hâkimdi. Bu genel tıkanmadan hareket eden çeşitli eleştiriler, bu düzenin sürdürülemez olduğunu, bunca kamu giderinin devletleri ağırlaştırıp hantallaştırdığını vurguluyorlardı. Aynı kuramsal bağlam içinde, sosyal bilimler ve felsefe alanından yükselen aykırı sesler, yalnızca konjonktürel değil, aynı zamanda temel yapısal eleştiriler de geliştiriyorlar, Aydınlanma düşüncesinin kendisine doğrudan cephe açıyorlardı. Her türlü köktenci eleştiri döneminde olduğu gibi, kantarın topuzu fazlasıyla kaçıyor, hem mevcut kapitalizmin yol açtığı sorunların faturası doğrudan Aydınlanma felsefesine kesiliyor, hem onun getirdiği her türlü kavram, mevhum, yöntem külliyen ve kategorik olarak reddediliyordu. Rasyonel düşüncenin insanlığa kattığı bütün bilimsel düşünme birikimi çöpe atılıyor, her şeyi metâya dönüştürmeye odaklı kapitalist sömürü düzeninin, aklı, salt kâr âzamîleştirmesi içinde, mutlak anlamda araçsal akla dönüştürmesi eleştirilirken, bizzat aklın kendisi reddediliyordu. Ünlü İngiliz atasözünde olduğu gibi, dönemin aydınları banyo suyuyla beraber bebeği de atıyorlardı. Böylece, sosyal devlet politikalarının tasfiyesi vesilesiyle, zaten her zaman mevcut olmuş liberal-sağ siyasi eğilimler, on sekizinci yüzyıldakine benzer bir ivmeyle güç kazanıyorlardı. Diğer yandan, Aydınlanma eleştirisini, 1968 isyanlarının ideolojik rüzgârıyla köktencileştiren sol cenahta ise, Sovyetler Birliği deneyiminin yarattığı hüsranın yönsüzleşmesiyle, yeni bir yol arayışı gündeme geliyor, liberal-sol sahneye çıkıyordu. Kuşkusuz bu eğilimin de tarihsel öncülleri vardır; ancak liberalizmin yeniden yükselişi içinde solun bir kısmının benimsediği bu duruş, hiçbir zaman olmadığı kadar güçleniyordu. Her ne kadar sistem eleştirisi yapar görünse de, yeni-Marksizm, özünde solun temsil ettiği değerlerin nasıl tasfiye edildiğini göstermeye hizmet ediyordu.
Farklı ülkelerdeki sol düşünce deneyim ve birikimleri, kapitalizmin bu dönüm noktasında, farklı biçimlerde de olsa, kurulmakta olan yeni dünya düzeninin övgüsünü yapmaya koyulmuşlardı. Sistemi kurgulayan erken sanayileşmiş toplumların sol aydınları, modern kültürde teşhis ettikleri otoriter eğilimlerden kaçmak, geç kapitalistleşen toplumlarınkiler ise, yaşadıkları çeşitli baskı dönemlerine tepkisel bir tutumla karşı çıkmak için, ironik bir şekilde, yükselmekte olan liberal düzeni olumluyorlardı. Böylece küreselleşme övgüleriyle dolu bir entelektüel ortam biçimlenmeye başlamıştı. Sağdan ve soldan çeşitli yazarlar, modernliğin sona erdiğini (postmodernizm), her türlü büyük kavramın sonunun geldiğini (tarihin sonu, bilimin sonu, politikanın sonu, sosyalin sonu, aklın sonu, vb.) ilan ediyorlardı. Küreselleşme, liberalizmin bu yeni sürümü (neoliberalizm) içinde, sonsuz özgürlükler kaynağı, her türlü otoriter baskı unsurunun silineceği katılımcı demokrasi ortamı ütopyası olarak tasavvur ediliyordu. Sağ düşünce bu sürecin ekonomik getirilerini, sol ise ideolojik kazanımlarını vurguluyordu. Bu yeni cühanşümûl düzene karşı çıkmak da, gericilik, otoriterlik, modası-geçmişlik olarak kolayca yaftalanıyordu.
Türkiye’nin özel siyasi deneyimi, sol aydınlarının önemli bir kısmını, mâruz kaldıkları baskı ve zulümler sonucunda, iyice liberal bir kanada itmişti. Zira unutmayalım; sanayileşmiş devletlerin İkinci Dünya Savaşı sonrası yaşadıkları refah dönemi, aynı zamanda bir dünya hegemonyasının tesis edildiği Soğuk Savaş yıllarıydı. Soğuk Savaş ise, bir cephe ülkesi olan Türkiye’de çok sert geçmiştir. Çeşitli CIA operasyonlarıyla aydınlar sürekli olarak baskı altında tutulmuş, gerici-sağcı akımlar sürekli olarak beslenmiştir. Elbette dünya kapitalist hegemonyasının değirmenine su taşımak için hazır bekleyen muhafazakârlığın her kılıktaki işbirlikçisinin, Türkiye’deki aydın kıyımında oynadığı rol yabana atılamaz. CIA, böylelerini nasp etmek için başka diyarlarda çok daha fazla çaba ve para harcıyordu! Özellikle 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 darbeleri bir yandan mebzul miktardaki işbirlikçinin katkısıyla, döneme mahsus tipik CIA operasyonları olarak tarihe geçmiştir. Bunlar aynı zamanda, Türkiye’de belli bir uyanış içinde olan işçi sınıfı bilincini de yok etmeyi amaçlayan faşist hareketlerdi. Bu müdahalelerde büyük ölçüde hedefe konan, sol düşüncenin her rengiydi. Üstelik insanlık-dışı bütün uygulamalar, haksız bütün yargılamalar ve mahkûmiyetler, ideolojik bütün dışlamalar, hep Cumhuriyet’in temel değerleri adına yapılıyordu. Böylece uğradıkları haksızlığı, bu Cumhuriyet maskeli şarlatanlarının kendilerine değil, bizatihi Türkiye’nin kuruluş ayarlarına yöneltiyorlardı. İlginç bir şekilde, böyle bir tepki, küreselleşme övgüsü düzenler kervanına solun hatırı sayılır bir kesimini dâhil ediyordu. Küreselleşmenin mutlak bir demokrasi ülküsü olduğuna inanarak, ulusal aidiyet kodlarını sistemli bir şekilde reddeden bir tutum böylece kurumsallaşmaya başlıyordu. Yayınevleri, vakıfları, dernekleri, akademik figürleri, kültür kurumlarıyla, küresel finans sermayesinin gereksindiği ideolojik bağlam, Türkiye’de daha 1980’li yılların başlarından itibaren incelikli bir şekilde örülmüştür.
Bütün bu modernlik eleştirileri, küresel ve akışkan bir yeni düzenin biçimlenmesine ister istemez ciddi katkıda bulundu. Düşün dünyasına kattıkları önemli yaklaşım ve kuramları olduğu gibi, tepkisel reddiyeleri, küresel ekonomik, toplumsal ve zihinsel kayganlığın meşruiyetinin kurulmasına da katkıları olmuştur. Sonuçta, artık geride bırakıldığına inanılan köhne modern sistem, aşıldığına kesin kanaat getirilen ulusal sınırlar, geleceğe yön verecek yeni demokrasi düzlemi olan küresel etkileşim ağı ve bunu mümkün kılan teknolojinin egemenliğinin benimsenmesi söz konusuydu. Özetle küreselleşme, Türkiye’de ve dünyada, 1980’lerden sonra yetişen kuşakların zihninde bir demokrasi ve özgürlük mecrası olarak yer etmeye başladı. Sistem sanal bir ekonomiyi çoğaltıp yaydıkça, bireyler, kendi kurtuluşlarının yegâne faili olduklarına inanıyorlardı. Böylece devletin kamusal işlevlerinin (hele Türkiye gibi istikrarlı siyasi hayatı olmayan yerlerde) bir barbar güruhu istilasına benzer bir şekilde özelleştirilip yok edilmesi, bu yönde toplumsallaşmış zihinleri hiç rahatsız etmiyordu. 1980’lerden itibaren yerleşen neoliberal uygulamalar, beraberlerinde, 1960’ların özgürlükçü ruhunu yok etmeye odaklanmış muhafazakâr anlayışları da sahneye getirmişlerdi. Sahi neden 1970’lerin sonları ve 1980’ler, kült korku filmlerinin çekildiği yıllar olmuştur? (Bir grup genç ıssız bir yere kamp yapmaya gelirler. Özgürce sevişmeye başlayanlar, sapık katilin ilk kurbanları olacaktır! Nedense katil ya da öldüren güç, ya maskelidir ya yüzü tam olarak görünmez. Akışkan, belirsiz, tekinsiz yeni dünya…)
Küreselleşme bir yandan bireyi mutlak eylem birimi olarak öne sürüyor, onu vahşi bir pazarda benzerleriyle acımasız rekabete dâhil ediyor, diğer yandan, zihnini teknolojik gereçler, tüketmenin sonsuz şehveti, nesnelerin esrik labirentinde kaybolma hazzıyla dolduruyordu. Bunca tüketim-merkezli bir ekonominin, uzun vadeli hiçbir planı olamayacağı, dünyayı akılsızca sömüren, kaynaklarını bitiren zıvanadan çıkmış bir para şehvetinden başka bir önerisi olamayacağı çok açıktır. Her biri bir öncekinden daha grotesk, karikatüral, sığ, nobran ve köksüz politikacıların işbaşına gelişi, bu gözü dönmüş para hırsı, kendini tüketen neoliberal saldırganlık, kamu düşmanlığı ve en ucuzundan popülizmin daha fazla vurgulanıp söylemden ibaret bir politika ‘hayal perdesi’nin kurulmasına yol açtı. Yaşamakta olduğumuz deli padişahlar çağı, adaletsizlik, yoksulluk, sömürü ve şiddet karşısında ezilen sıradan bireyin, adresini bilemediği öfkesinin hasadını yapan bir yok oluş estetiğinden başka bir şey değildir. Liberal sol aydınların bunca kendilerini adadıkları küreselleşme ülküsü, bir yandan bütün bu adaletsizlikler ve tüketici zihniyeti var kılarken, diğer yandan birbirine git gide daha sıkı bağlarla bağlanmış, çeşitli ölçeklerde ve derecelerde karşılıklı bağımlılıklar sistemi ortaya çıkarmıştır. Ancak her bütünleşme aşamasında küresel düzenin bütün ögeleri, birbirlerine daha fazla bağımlı hale gelmişler, dünya birlikte güçlü ama bir o oranda kırılgan bir düzen haline gelmiştir. Sistemin herhangi bir yerindeki ekonomik tıkanma, domino taşları gibi, bütün parçaları etkiler hale gelmiştir (ör. 2008 A.B.D. konut kredisi krizi). Bir siber saldırı sayısız kullanıcının verilerini buharlaştırabilmiştir. Nihayet, kendini doğanın efendisi zanneden insanın, bunca içi boş tekno-bilimsel imanı, bir virüsle kolayca devrilir hale gelebilmiştir.
Covid-19 salgını, neoliberal fütursuzluğun gayri-insani ve ahlâksız saldırısına doğanın bir yanıtıdır. Küreselleşmeyi salt tüketme ve sınırsız sömürü olanağı olarak gören finans kapitalizminin yalnızca ânı kurtarmaya yönelik olarak doğaya salladığı bumerang, dehşetli bir Ortaçağ silahı gibi (ziftli, alevli, bıçaklı, dikenli) şimdi kendi üzerine yönelmiştir. Bu felaket senaryosundan çıkışın yolu da, aynen panzehir yapımında olduğu gibi, bizatihi küreselleşmenin kendisidir. Ancak bu kez onun göz ardı edilen, insanlar arasında bağlar kurmaya muktedir, iş birliği kanalları açan, yapıcı ve dönüştürücü iletişimi mümkün kılan yönüyle küreselleşmeyi düşünmeliyiz. Zira küreselleşmenin bir yüzü sömürü, kültür standartlaşması, tüketim, üretime dayalı olmayan kazanç, adaletsizlikler ve şiddetse, diğer yüzü birbirinden coğrafi, kültürel, zihinsel engellerle ayrılmış insanlar arasında bağ kuran, iletişim ve paylaşımı tesis eden, olası iş birliklerinin zeminini sağlayan etkileşim ortamı olma özelliğidir. Ancak bu küreselleşmenin etkili çalışabilmesi için, kapitalizmin, insanın özünü emip kurutan işletim sisteminin devre dışı bırakılması gerekir.
Küreselleşme konusundaki tartışmaların kolayca ideolojik bir hal alabilmesi, onun yüceltme ya da nefret nesnesine dönüşebilmesi, çoklu karakterini anlamaktaki eksiklerimizden kaynaklanır. Kuşkusuz, sanayi kapitalizmi miadını doldururken, gereksinim duyduğu ulusal pazarlar ve somut metâ üretimi sürecinin de köklü bir değişiklikten geçmesi gerekmiştir. Esasında yirminci yüzyılın tamamı, bu büyük dönüşümün sancıları olan büyük alt-üst oluşlarla geçmiştir. Yerine gelen finans kapitalizmi, sanayi üretiminin gereklerinin tam tersini gerektirmiştir. Bu şekilde, aynı zamanda sanayi kapitalizminin, Marx’ın öngördüğü gibi gelecek olan, ölümcül sonunu erteleme olanağı doğmuş, dünyanın tamamı birleşik bir pazar haline gelmiş, üretimin niteliği de sanal bir biçime (menkul kıymetler ekonomisi, spekülasyon, varsayımsal değerlerin dolaşımından ede edilen kâr) bürünmüştür. Böylece insan zihnine ve hayat döngüsüne hâkim olan kesinlik, rasyonellik, bütünlük, tutarlılık gibi özellikler, yerlerini bunların tam tersi olan, belirsizlik, rasyonellikten kaçış, parçalılık, tutarsızlık gibi değerlere terk etmiştir.
Günümüzün dünyasını genel bir akışkanlık hali temsil eder. İşte bu akışkanlığı mümkün kılan düzlem, küreselleşmeyle kurulmuştur. Ancak, sermayenin küresel ve akışkan bir nitelik alması için tasarlanmış olan ulaştırma ve iletişim teknikleri, diyalektik bir şekilde, uluslar, kültürler, gruplar ve bireyler arasında sürekli, hızlı, doğrudan değişim (mübadele) kanalları da açmıştır. Değişimi yapılan şeylerin başında, değerler, anlamlar ve simgeler gelir. Böylece kültür olgusu, yerel ve görece sabit olmaktan çıkıp dinamik ve sürekli değişen küresel bir etkileşim bağlamı anlamına gelmeye başlamıştır. Bu iletişim kanallarından, mevcut önyargılar, şiddet, ayrımcı dil, nefret söylemi, türlü tepkisellikler aktarıldığı kadar, işbirliği, dayanışma, hak arama hareketleri için örgütlenme ve yeni bir siyaset yapma biçimi de türemektedir. Diğer yandan kültürel özcü bütün söylemler (“biz bize benzeriz”, “en üstün kültür bizimkidir”, “bizim gibisi yoktur”, vb.) bu sürekli kaynayan kültür etkileşimi kazanında yavaşça erimektedir. O nedenle, küreselleşmeden bahsederken, bu insanlar arası anlam alış-verişi düzlemi olan, yeni kültür bağlamı olma özelliğini de göz önüne almamız gerekiyor. Yeryüzünün tamamını tehdit eden Covid-19 salgını, küresel sömürü düzeninin arsız tüketme şehvetinin sonucunda yaygınlaşmışsa, ona karşı işbirliği de küresel düzlemde dayanışma yolları aranarak gerçekleşebilir. Bu devletler-dışı, insanlar arası dayanışma ağlarının kurulması, bencilliği önceleyen tüketme ekonomisinin davranış kipiyle hesaplaşmamızı da gerektiriyor. Bu düşünüme bizi sevk edecek en barışçı düzlem, artık git gide ortak bir üretim ve paylaşım ortamı haline kültür alanıdır. Dışlayıcı olmayan ve küreselleşmenin olumlu özelliklerinden yararlanarak düşük maliyetle yayılan kültür üretimi, aynı zamanda insanların nasıl aynı gezegeni paylaşan eşit varlıklar olduklarını onlara hatırlatacak etkide bulunabilir.
Salgın nedeniyle eve kapanma zorunluluğu, her şeyden önce, aşırı etkinlik çarkı içinde kendi içsel potansiyellerine uzaklaşan çağdaş insanın kendi başına kalmasını sağladı. Bunca uyaran bolluğuna boğulmuş, bunca meşgul olduğumuz bir düzenin, esasında yalnızca daha fazla tüketme arzusunu ateşlemek ve somut bir üretimden sürekli daha fazla uzaklaşmak anlamına geldiğini belki şimdi idrak etmeye başlıyoruz. Yazı kavramıyla ilişkimizin artık tweet düzeyine indiği bir dönemde, tanım gereği iyi eğitim almış olduğu varsayılan insanların arasından, kitap okumamayı, hiçbir sıkıntı hissetmeden, handiyse erdem olarak sunanların yaygınlaştığı düşünülürse, Corona istilası, belki bir yazıya dönüş çağrısı gibi de algılanabilir. Sosyal medyanın icadına, kitap okumamaya sağlam bir mazeret olarak sarılanların (“ay hiç vaktim yok”, “o kitabı okumadım, ama sosyal medyadaki yorumlardan biliyorum”, “kitabın çağı bitti hocam”), bu salt güncelde yaşama ve irrasyonelliğin kutsanması olarak nitelendirebileceğimiz mecrayı yegâne var oluş biçimi olarak kabul etme konusunda biraz olsun eleştiri yapabileceklerine, Corona vesilesiyle, inanmak istiyoruz. Nitekim aynı sosyal medya kanalları, dedikodu, boş söz, sahte haber, nefret söylemi, vb. aktardığından daha az da olsa, kültür üretimi ve paylaşımı alanı haline gelebiliyorlar. Eve kapanma zorunluğu, hızlı akan görsel-işitsel uyaranlarla gidermeye çalıştığımız derin sıkıntımızın asıl nedeninin, bizatihi bu oburca enformasyon tüketme arayışımız olduğu gerçekliğiyle yüzleşmemizi sağlayabilir. Bu salgından bazılarımız dersler alacak; bazılarımız ise, önlerine sunulan bu tarihsel ânı, boş hareketlilikten ibaret hayat kurgularının sekteye uğraması olarak algılayacak; sıkıntıları daha derin ve tahammülü güç hale gelecek.
Küresel kültür üretiminin en kolay yayılan boyutu müziktir. Zira doğasında sızan bir özelliğe sahip yegâne sanat müziktir. Corona kuşatmasında, günlerdir birçok amatör veya profesyonel müzisyenin, evlerinden çeşitli tipte yayınlar yaptıklarına tanık oluyoruz. İnsanlar arasında yerellikleri aşan ortak duyguları uyandıracak en belirleyici sanat üretimi, seslerin düzenlenme sanatı olan müzikten başkası değildir. Kuşkusuz müzik üretmek ve paylaşmak, tek başına, toplum hayatını ciddi anlamda tehdit eden bir hastalığa karşı ilaç değildir. Ancak bu ölçekte ve bu bulaşıcılıktaki bir küresel hastalığa karşı iş birliklerinin oluşabilmesinin yolu, insanları nelerin ayırdığının değil, nelerin birleştirdiğinin idrak edilmesinden geçer. Diğer yandan küresel enformasyon düzeni, eylemlerimizi anlık bir kesinlikle kaydeden devasa bir gözetim aygıtı olduğu gibi, bireyler arasında anlam alış-verişini mümkün kılan özgürleştirici bir mecra gibi de çalışabilir. Küreselleşme bu iki zıt yönden yalnızca biri değildir; her ikisi birlikte vardır. Onu anlamanın zorluğu da burada yatar. Müziğin iletişim ağları üzerinden üretimine ve paylaşımına ortak olmak, küreselleşmenin bu ikili karakterinden özgürleştirici işlevleri öne çıkarma yönünde bir girişimdir. Zira müzik, içerdiği diller-üstü dille, bize çıplak gerçekliğimizi, bolca su, biraz karbon ile dört amino asidin özgün kombinezonlarından ibaret, doğa karşısında fevkalâde kırılgan varlıklar olduğumuzu hatırlatır. Bununla birlikte, müzik, aynı zamanda, insanın doğadan ayrışmasını da simgeler; zira insandan başka hiçbir tür, doğadaki sonsuz seslerden diziler oluşturup onlardan simgesel önemi olan ifadeler kurmaz.
Corona kapanmasında üretilen ve paylaşılan ev müziğinin bir diğer önemli etkisi de, sanat üretiminin yalnızca profesyoneller ve kültür endüstrisi tarafından yapılmadığını idrak etmemize yardımcı olmasıdır. Her ne kadar küresel enformasyon düzeni içinde zaten, bireysel müzik üretimi girişimleri mevcut idiyse de, bugün herkesin içerde olduğu bir ortamda, bu bireysel üretimin önemi özel olarak vurgulanmış, bu tür üretim özel olarak teşvik edilmiş oluyor. Diğer yandan, erişimi belli bir ekonomik varlık ya da özel olanaklar gerektiren kültür kurumları, geçmiş gösterilerini bedelsiz olarak sıradan bireylere açıyorlar. Evde kapanmayı bir sıkıntı sarmalı olmaktan çıkarıp bir zenginleşme fırsatları bütünü haline getirmek, bu kültür kapılarının açılmasıyla parmaklarımızın ucunda duruyor. O kolayca öfke söylemi kusabilen parmak uçlarımıza bu kez ruhumuzu daha insanileştirmek için olanaklar sunan da yine küreselleşmenin ikili karakteridir. Corona günlerini, sıkıntı çıkmazı olmaktan çıkarıp kültürlenme yordamı haline getirmek, yine enformasyon teknolojisinin bunca kolay erişimi sayesinde, bizim irademize bağlı görünüyor. Bu kapsamda erişimimize açılan sayısız kültür kurumu var. Müziğin bu etkileşim içindeki payı tartışılmaz.
Bilim insanları Covid-19 aşısını geliştirmeye ve tedavide kullanılacak çeşitli ilaçlar hakkında araştırmalara devam ederlerken, biz, hastalığın nesnesi olup gözlemci öznesi olamayanlara düşen görev, temelsiz, hâtta yalan haberler etrafında sahte-bilim yapılmasına katkı yapmak olmamalıdır. Her gün televizyon ekranlarında, sosyal medyada, basında boy gösteren her konuda ahkâm kesebilen Übermensch uzmanların toptancı-popülist iddialarını değil (“çocuklar hasta olmuyor”, “Türkler’in genetik yapısı hastalığa engel”, “bu da diğer salgınlar gibi, sanki daha çok insan grip yüzünden ölmüyor”, vb.), sahici bilim insanlarının temkinli ifadelerini izlemeliyiz. Aynı deprembilimcilerin kendi aralarındaki tartışmalardan yola çıkarak kendimize uzmanlık yetkisi ve takım tutma kolaycılığını tanımamızda olduğu gibi, yılların emeği ve paha biçilmez araştırma pratiğiyle saygın konuma gelmiş bilim insanlarının ürettikleri bilgileri kolayca indirgeyebileceğimizi sanıyoruz. Bize düşen sahte-bilim yapılmasına katkıda bulunmamak olmalıdır. Tersine, küresel enformasyon ağını, insani hasletlerimizi artırmak için seferber etmeliyiz. Bu yolda en birleştirici ve dönüştürücü ifade aracının müzik olduğunun altını çizmemiz gerekiyor. Zira müzik, yeryüzünde ayrıştırıcı olmayan tek dildir. Onu küresel bir iş birliği matrisi haline getirmek, biz, Corona aynasında kendi tüketici suretimizle hesaplaşmak zorunda olan modern insanların elindedir.
Küreselleşme her iki yönde de kırılgan bir süreçtir: Virüse karşı müzik… Hem küreselleşmenin sömürü düzenini tersine çevirmek için, hem yeryüzünü bir küresel dayanışma birimi haline getirebilmek için…
ALİ ERGUR
1 Nisan 2020, Denizli